4 Ekim 2018 Perşembe

Ulusal Göreve Çağrı: "ULUSAL GÜÇBİRLİĞİ PLÂTFORMU" - Türk ulusu, Türkiye Cumhuriyetini kuran Atatürk'ün Partisi ile Atatürk'ün Bankasının yönetim kurullarından, Türk devletinin tasfiye sürecine “DUR” diyecek bir adım atmalarını ve İş Bankası Genel Müdürlüğü­’nün hiç zaman yitirmeden, yeniden Başkent Ankara'ya taşınması ile ilgili kararları alarak uygulamaya geçirmelerini sabırsızlıkla beklemektedir. Atatürk’ün Partisinin öncülüğünde Atatürk’ün bankası, Atatürk’ün Başkentine geri dönmelidir.

ATATÜRK’ÜN PARTİSİ (CHP)  İLE
ATATÜRK’ÜN  BANKASI’NIN (İŞ BANKASI’NIN)
YÖNETİM  KURULLARINI
ULUSAL GÖREVE ÇAĞRI     

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Türk ulusunun vermiş olduğu bir Kurtuluş Savaşı sonrasında kurulmuştur.  Bizans ve Osmanlı İmparatorluklarına başkent olarak hizmet veren İstanbul, yeni dönemde Amerika Birleşik Devletleri üzerinden Dünya Ticaret Merkezi, Avrupa Birliği üzerinden de Avrupa Kültür Başkenti olarak ilân edilmeye başlanmıştır.
İnsanlık tarihinin önde gelen yerleşim merkezlerinden birisi olan İstanbul kenti, sahip olduğu jeopolitik konumu itibarıyla uluslararası alanda giderek önem kazanmakta, Avrupa Birliği ya da Büyük Orta Doğu Projesi gibi bölgesel oluşumlarda öne çıkmaktadır. Yeryüzünde varolan bütün kentler, hem bir ülke sınırları içinde hem de dünya haritası üzerinde farklı konumlara sahiptirler. İstanbul, yeni dönemdeki bölge­sel oluşumlar içerisinde öne çıkarken, Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içinde yer alan bir Türk kenti olarak ülkemizi ve devletimizin konumunu zorlayan bir noktaya doğru itilmektedir. Küresel ve bölgesel gelişmeler İstanbul kentini öne çıkarırken, Devletimizin düzenini ve başkent Ankara'nın devlet merkezi  konumunu bozacak nitelikte olumsuzluklar dikkat çekmektedir.
Kuvayı Milliye hareketinin merkezi olan Ankara, daha sonra yeni devletin kurulması ve Cumhuriyetimizin ilânı ile Türk devletinin başkenti konumuna gelmiştir. Devletin ilk anayasal yapısı kurulurken, Türk ulusunun bir egemenlik ve bağımsızlık mücadelesi vererek kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyetinin başkenti olarak Ankara ilân edilmiştir. İlk günden buyana cumhuriyetin başkenti olan Ankara, yeni Türk devletinin bütün kamu kurumlarının yer aldığı ulusal merkez olmuştur. Bu çerçevede devletimizin kurucusu Atatürk döneminde, anayasamıza değişmeyecek maddelerle ilgili hükümler konulurken; Başkent Ankara’nın statüsü değiştirilemeyecek maddeler arasında yer almıştır. Bu anayasal düzenlemeyle, devletimizin temel yapısı içinde Başkent Ankara değişmez bir hukuki statü ile yer alarak günümüze kadar da bu yerini korumuştur. Ne var ki,  yeni iktidar ile birlikte Ankara'nın bu konumunun tartışma alanına getirildiği ve yeni Bizans ya da Büyük Orta Doğu projeleri doğrultusunda değiştirilmeğe çalışıldığı görülmektedir. Anayasamızın değişmeyecek olan özüne aykırı düşen bu siyasal girişimler doğrultusunda, yeni dönemde İstanbul’un başkent yapılmağa çalışıldığı anlaşılmaktadır.
Bazı kamu bankalarının özelleştirilerek İstanbul'a taşınmasından sonra, şimdi de geri kalan son üç kamu bankası ile birlikte Merkez Bankasının genel müdürlüklerinin İstanbul’a taşınması için yoğun baskılar yapılmaktadır. Merkez Bankası ile birlikte Ziraat Bankası, Halkbank ve Vakıfbank gibi taşınmak istenen kamu kurumlarının yönetimleri ise bu taşınmaya karşı çıkarak, başkent Ankara’daki yerlerini korumak istemektedirler.
Günümüzün hükümet başkanı, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına aykırı olarak; “İstanbul ekonomik başkent olacak, Ankara siyasal başkent olarak kalacak” demiştir. Bu yaklaşım,  Anayasamızın değişmesi mümkün olmayan 4 üncü maddesindeki; “başkent Ankara”  ilkesine ters düşmektedir. Bu madde de, Ankara başkent olarak gösterilirken, siyasal ya da ekonomik başkent diye bir ayırım ve tanımlama yapılmamıştır. Başkent Ankara ilkesi genel olarak anayasada belirtildiği için Ankara’nın başkent olma konumu her açıdan geçerliliğini anayasal olarak korumaktadır. Bu durumda, Ankara hem siyasal hem ekonomik hem askeri hem de kültürel başkenttir.
Bilinen gerçektir ki; bütün dünya ülkelerinin başkentleri tek merkezlidir. Hiç bir ülkede ekonomik ya da siyasal başkent ayırımı yapılmamaktadır. Bazı ülkelerin, büyük sahil kentleri ticaret merkezleri olarak öne çıkabilmektedirler, Ama bunlara ekonomik başkent olma statüsü hiç bir yerde tanınmamaktadır. Bu duruma; New York, Şanghay,  Petersburg  gibi büyük kentler örnektir. Bu kentlerin hiç birisine ekonomik başkent olma statüsü tanınmadığı gibi bulundukları devletlerin merkez bankaları da buralara taşınmamıştır.
İstanbul'un, bu sahil kentlerine benzer bir ticaret merkezi konumu bulunmaktadır. Ancak böylesi bir durum, Başkenti Ankara olan Cumhuriyetimizin, Merkez Bankası ile diğer kamu bankalarını taşıyarak, yeni bir ekonomik başkent kurma hakkını doğurmaz. Çünkü her şeyden önce; yürürlükteki anayasamız buna engeldir ve dünyanın hiç bir ülkesinde de siyasal ve ekonomik başkentlerin birbirinden ayrılması söz konusu olmamıştır.
Batı kaynaklı küresel emperyalizm; Amerika Birleşik Devletlerinin öncülüğünde,  Sovyetler Birliği sonrasında Avrasya bölgesine girerken, İstanbul kentini bir giriş kapısı olarak kullanmış ve şimdiye kadar bu kent üzerinden Avrasya kıtasındaki ekonomik ilişkilerini yönlendirmeğe çalışmışlardır. Küreselleşmenin başlangıcından bu güne kadar devam edip gelen bu fiili duruma artık kalıcı bir statü kazandırmak isteyen küreselleşmenin öncüleri ve onların İstanbul’daki işbirlikçileri olan İstanbul sermaye grupları ve taşeron ekonomik kuruluşlar, bugünkü hükümet üzerinde baskı uygulayarak, İstanbul’u ticaret merkezi görünümünde bir ekonomik başkent yapmaya uğraşmaktadırlar.
Küresel emperyalizm ve onların yerli işbirlikçilerinin baskısına dayanamayan hükümetin, Türkiye Cumhuriyeti anayasasına aykırı olarak, İstanbul'u ekonomik başkent olarak ilân etmeğe hazırlandığı ve bu doğrul­tuda, Merkez Bankasını ve kamu bankalarını BDDK, SPK, RTÜK gibi üst kurulları ve kurumları bu kente taşımağa kararlı olduğu anlaşılmaktadır. Devletin ve toplumun çeşitli kesimlerinden, anayasaya ters düşen bu girişime karşı tepki gelince hükümet yetkilileri; İş Bankası Genel Müdür­lüğünün de İstanbul'a taşındığını örnek göstererek, kendilerini savunmağa kalkışmaktadır.
Küresel sermayenin, Avrasya kıtasında ve Orta Doğuda hegemonyasını artırma girişimleri doğrultusunda İstanbul, yabancı sermayenin merkezi haline getirilirken, Türk devletinin varolan yapısının güçlendirilerek korunması gerekmektedir. Bir kentin, dünya ticaret merkezi olması ya da bölgesel ekonomik merkez konumuna gelmesi, o kentin bulunduğu ülkedeki devlet düzeninin bozulmasına neden olmamalıdır. Küresel sermaye emperyalist hegemonya kurarken, ulusal ve üniter devletlerin iç düzenini bozmamalı­dır. Gelecekte bir dünya imparatorluğunu küresel sermaye düzeni çerçeve­sinde oluşturmak isteyen ekonomik ve siyasal çevreler, yeni ekonomik merkezler ya da başkentler yaratarak,  ulus devletlerin parçalanmasına gi­den yolu açmamalıdırlar.  Emperyalist güçler kendi çıkarları doğrultusunda bu gibi dayatmalarda bulunması doğal olduğu için, Devletimizin birliğinden, bütünlüğünden ve ulusal çıkarlarından yana olanlar; Devletimizin anayasal organları ile birlikte bütün kamu kurumlarını ve bankalarını bir bütünlük içerisinde, başkentlerde bulunması için yasal ve anayasal girişimlerde bulunmaları gerekir. Bir ülkede yaşayan halk topluluğunun, ulusal gereksinmeleri böylesine bir birliği ve bütünlüğü zorunlu kılmaktadır. Kamu yönetiminin tekliği, bütünlüğü, sürekliliği gibi temel ilkeleri, ekonomik ve siyasal egemenliğin tek bir merkezden kullanılmasını gerekli kılmaktadır.
Bir devlet varsa o devletin sahip olduğu egemenlik gücünün, tek bir merkezden ve anayasal baş­kentten kullanılması gerekir. Merkez Bankasının ve kamu bankalarının genel müdürlüklerinin İstanbul'a taşınmak istenmesinin açığa çıktığı bu aşamada, Atatürk'ün Partisi ve Atatürk'ün bankasının yönetim kurullarına önemli görevler düşmektedir. İş Bankası Batı kaynakları ile Batı ekonomi sistemi içinde kurulan bir banka değildir. Bu nedenle normal bir ticari kuruluş olarak değerlendirilmemesi gerekir. Diğer bankalar gibi herhangi bir şirket ya da ticari kuruluş olarak ele alınamaz. İş Bankası bizzat Atatürk tarafından kurulmuştur. Bankanın kuruluş sermayesi Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında Türkiye’nin Müslüman halkına destek olmak için, Hint Müslümanlarının göndermiş olduğu paradır. Atatürk, bu yardım parasını savaş yıllarında yedek akçe olarak saklamış ve daha sonrada devlet kurulurken,  ulusal ekonomiyi oluşturmak üzere  (evet ulusal ekonomiyi oluşturup, güçlendirmek üzere) İş Bankasına kuruluş sermayesi yapmıştır. Unutulmamalı ve dikkate alınmalıdır ki, Atatürk isteseydi daha işin başında İş Bankasını İstanbul'da kurabilirdi. İş Bankası’nın Ankara’da kurulması anlamlı ve Kemalist Türkiye’nin kuruluş ilkeleri ile bütünlük içindedir. Ulusal kurtuluş sırasında dışa teslim olan Mütareke İstanbul’una ve yabancı sermaye ile bütünleşen işbirlikçi gruplara karşı çıkmış ve yeni devletin başkenti Ankara'da ulusal bir ekonomi yaratabilmek amacıyla İş Bankası’nı, Anadolu’nun bağrında kurmuştur. Cumhuriyet yıllarında bir türlü Ankara'nın başkent olmasını içine sindiremeyen İstanbul sermayesi ve gayrimüslim burjuvazisi, son dönemlerde yeniden İstanbul'u başkent yapabilmek için dış destekle çalışırken, başkent olma süreci İş Bankasının İstanbula taşınmasıyla devreye girmiş ve bu amacına da Atatürk'ün partisinin yöne­timini alet ederek başlamıştır. Banka yönetiminde Atatürk hisseleri nedeniyle ağırlıklı bir pay sahibi olan Atatürk'ün partisinin üst yönetimi İstanbul'un yeni Bizans arayışına alet olarak İş Bankasının İstanbul’a taşınmasını kabul etmiştir. Parti yönetiminin bu vahim hatası daha sonra, Şekerbank, Sümerbank ve Emlakbank gibi kamu bankalarının özelleştirilerek İstanbul’a taşınmalarına giden yolu açmıştır. Şimdi de geri kalan kamu bankaları ile birlikte, devlet egemenliğinin, merkezi organı olan Merkez Bankasının taşınmasının gündeme gelmesine neden olmuştur. Türk devletinin varlığı ile doğrudan doğruya ilgili olan bu sorunun ülke yararına çözüme kavuşturulabilmesi için, Atatürkün Bankası ile Atatürk'ün Partisinin yönetim kurullarının, yeni bir karar alması gerekmektedir. 0 da; İş Bankası Genel müdürlüğünün, bankanın kuruluş amacı ve ilkelerine uygun olarak yeniden ulusal devletimizin başkenti olan Ankara'ya taşınmasıdır. İş Bankası kuleleri ya da ikiz kuleler İstanbul'da kalabilir ve bankanın İstanbul üzerinden ekonomik faaliyetleri doğrultusunda kullanılabilirler ama banka genel müdürlüğünün, kurucusu Atatürk'ün iradesine uygun olarak yeniden, simgesel olarak Ankara'ya getirilmesinde ulusal yarar bulunmaktadır. Böylece; İş Bankası Genel Müdürlüğünün İstanbul’a taşınmış olması,  başkent Ankara'yı tasfiye etmek ve İstanbul üzerinden, yeni Bizans projeleriyle Türkiye'nin toptan yok olmasına yönelen emperyalist projelerin önünü kesmesinin adımı olacaktır.
Osmanlı imparatorluğu’nun yıkılmasına tanıklık etmiş İstanbul, dünyanın en güzel kentlerinden birisidir. Ancak, Kuvayı Milliye’nin başarısından sonra kurulan Türkiye Cumhuriyetinin başkenti değildir. İstanbul, Bizans ve Osmanlı imparatorlukla­rına başkentlik yaparken, büyük devletlerin baskılarına alet olduğundan, “Mütareke İstanbul’u” olma sürecinde, Türk ulusunun ve devletinin başkenti olma özelliğini yitirmiştir.
Devletimizin yapısını bo­zacak, Atatürk'ün kurduğu ulusal Cumhuriyeti zaafa uğratacak bu girişimi savunanlar Atatürk'ün Bankasının Genel Müdürlüğünün İstanbul'da bulunmasını sürekli olarak öne sürerek kendilerini haklı çıkarmağa çalışmakta oluşları dikkate alınarak; Türkiye Cumhuriyetinin, ulusal ve üniter bir devlet olma özelliklerini koruyarak yoluna devam edebilmesi için; Atatürk'ün gösterdiği özen ve öncülüğünde kurulduğu için “Atatürk’ün Bankası” olarak anılmayı hak eden İş Bankası Genel Müdürlüğünün, yeniden Ankara’ya taşınmasının ulusal çıkarlarımızın yönünden, özlemi çekilmektedir.
Bugün yeniden İstanbul'u başkent yapmak isteyen çevrelerin, Türkiye Cumhuriyetini ortadan kaldıracak, yeni Bizans projesine ya da Büyük orta Doğu Projesi gibi Batı destekli girişimlere yardımcı oldukları görülmektedir. Türk ulusu ve Türk devleti böyle bir yok oluşu aslâ kabul etmeyecektir.  Atatürk'ün Partisi, kurmuş olduğu devletin yıkılmasına neden olabilecek böylesine bir emperyalist projeye alet olmamak ve İş Bankası Genel müdürlüğü’nün İstanbul’a taşınırken yaptığı tarihsel yanlıştan geri dönmek durumundadır. Türk ulusu adına Türk devletini kuran Atatürk’ün partisi, Türk halkının refahı için bizzat Atatürk tarafından kurulan İş Bankasının yeniden devletin merkezine taşınmasına öncülük yapmak gibi bir tarihsel görev ile karşı karşıyadır. Bu bağlamda; CHP yönetiminin bu doğrultuda alacağı karar, hemen İş Bankası yönetimine yansımalı ve İş Bankası yönetiminde bulunan parti temsilcileri aracılığı ile banka yönetim kurulunun da aynı doğrultuda beklenen tarihsel kararı vermeleri sağlanmalıdır.
Türk ulusu, Türkiye Cumhuriyetini kuran Atatürk'ün Partisi ile Atatürk'ün Bankasının yönetim kurullarından,  Türk devletinin tasfiye sürecine  “DUR” diyecek bir adım atmalarını ve İş Bankası  Genel Müdürlüğü­’nün hiç zaman yitirmeden, yeniden Başkent Ankara'ya taşınması ile   ilgili kararları alarak uygulamaya  geçirmelerini sabırsızlıkla beklemektedir. Atatürk’ün Partisinin öncülüğünde Atatürk’ün bankası, Atatürk’ün Başkentine geri dönmelidir.

                            ULUSAL GÜÇBİRLİĞİ PLÂTFORMU

30 Haziran 2018 Cumartesi

ALEVİ İNANCININ TEMEL HEDEFİ "Murtaza ÇİÇEK" Kaynak: Hüsnü Merdanoğlu/Tarihi Gerçekler Işığında 100 soruda ALEVİLİK.


ALEVİ İNANCININ TEMEL HEDEFİ
Murtaza ÇİÇEK
Anasyasa değişikliği nedeniyle 16 Nisan 2017 pazar günü yapılacak referandum ile ilgili, gerek sünni inancındaki gerekse alevi inancındaki arkadaşlar şu soruyu sormaktalar; Aleviler hayır mı, evet mi diyecekler? (Sivil toplum örgüt yöneticiliği-başkanlık vs. yaptığım ve zaman zaman söyleşi ve muhabbetlerde konuştuğum için)
Bu soruya cevap vermeden önce alevilik konusunda bir şeyler söylemem gerekir; Alevilik konusunda tarihi kaynaklar, Alevi inancının sözlü taşıyıcıları olan ozanlarımızın dile getirdikleri dizelerin içeriği ve cem ibadetlerinde uygulanılan kurallar, dile getirilen söylemler dikkatle incelendiğinde alevi inancında asıl amacın; kendisine, ailesine, topluma ve insanlığa yararlı "olgun insan olmaktır". Bu amaca erişe bilmek için;
Tanrı'ya korku ile değil, sevgi ile yaklaşmak ve Tanrı'ya yakın olma anlayışı esastır. Bu bağlamda; Tanrı'ya yakın olmak, Tanrı'nın varlığını her an hissetmek, kendi kendini yargılamak "kendini bilmek", Tanrının yeryüzündeki temsilcileri olan (başta insan olmak üzere) canlılara sevgi ile yaklaşmak, bu sevginin sürekliliğini koruyabilmek için; "eline, beline, diline sahip olmak", Alevi inancının temel ilkelerini oluşturmaktadır.
Alevi inancında, öbür dünyaya kaerci bir yaklaşımla değil, bu dünyada "insan"ı merkeze koyan bir anlayışla yaklaşmaktadır. Bu anlayışa göre; "insan" iki yarı özün oluşturduğu bir bütündür. Bu özlerden biri "gövde", diğeri ise "can"dır. Gövde (beden) geçicidir ve toprak olacaktır. Can ise tanrısal kaynaktır. Can sözcüğü çoğu kez, "sevgili", "dost", "aranılan içten arkadaş", "Tanrı", "güzel her varlık" anlamında da kullanılmaktadır. Alevilikte "insan" kavramı o denli yücelmiştir ki, insan "Tanrı'nın konuşan dili, söyleyen ağzıdır." Bu bağlamda Alevilik, Tanrıyı insanda arayan bir inançtır. Tanrı'nın sıfatları insanda belirir.
Alevi inancında insan;
-Tanrı'nın yeryüzündeki temsilcisidir.
-Tanrı'nın evi, insanın gönlüdür (kalbidir). Bu nedenle insanı hoş tutmak ve ona yönelmek (değer vermek) gerekir. Bu anlamda; insana saygısızlık, Tanrı'ya saygısızlıktır.
-İnsan Tanrısal bilgiyle donatıldığı için kutsaldır.
Bu anlayış Alevi ozan Aşık Daimi (1932-1983) tarafından şu dizelerle özetlenmiştir.
"İnsan Hak'ta Hak insanda,
Ne arar isen bak insanda,
Her keramet var insanda,
Madem ki ben bir insanım."
Tanrı'ya yakın olmanın bir anlamı da; yaşamın her aşamasında Tanrıyı yanında hissetmek, Tanrı ile kul arasındaki uzaklığı yaklaştırmak demektir. Böyle bir anlayış; insanı gerçek anlamda "insan" (insanı kamil-olgun, yararlı insan) yapacağı da açıktır. Zaten Alevi inancında asıl hedef; aklı kullanarak insanı kamil olmaktır.
Bilinen gerçektir ki; insan, doğal olaylar dışında dünyadaki yaşamı kolaylaştırılmasında ya da zorlaştırmada en çok etkin olan varlıktır. İnsan, yaşamı kolaylaştıran, ömrü uzatan ve neslin geleceğini güvenceye alan tüm etkenleri, aklını kullanması çağa uygun geleceği hazırlayan eğitime verdiği önem sayesinde gerçekleştirmiş ve gerçekeştirmektedir. Bu nedenle, inanç kurallarını aklın önüne geçmesine izin vermeyen toplumlar, inanç kurallarını yerine getirirken, aklın gereğini yerine getiren toplumların tutsağı durumuna düşmektedirler.
Yaratanı (Tanrı'yı) yaratılanı (insanı) Yaratanın yeryüzündeki temsilcisi olarak gören bir inanç sistemini, sadece "Hz. Ali'yi sevmek" şeklinde tanımlamak, Alevilik inancının doğru anlaşılmasını engellemeye yönelik bir gayrettir. Bu gayret içinde olan dernek, vakıf yöneticilerine ve siyasetçilere en özlü yanıtı; gözleri göremeyen ancak gönül gözü açık olduğu için gerçekleri görme yeteneğine sahip olan Aşık Veysel Şatıroğlu'nun (1894-1973) şu dizeleri vermiştir:
Aslım Türk'tür Elhamdülillah Müslüman.
Şükür Amentüye etmişiz iman.
Kalbime yaraşmaz şirk ile güman
Gönlümüz nur ile dolu sayılır.
Alevi inancının temel hedefini oluşturan "olgun insan" )insanı kamil=eksiksiz insan) olabilmek için, devriye (döngü) aşamalarını/çemberini tamamlaması bunun için de "edep" sahibi olması gerekmektedir.
Anayasa referandumu oylaması ile ilgili soruya gelince; hangi inançtan olursa olsun aklını kullanan insan ne tercih yapacağını bilir. Aklını kullanmayanlar ise birilerinin aklının etkisine girer. Alevilere gelince; inanç kültür kodlarında var olan; sorgulayan, eleştiren, aklını kullanan bireyler olarak, kendisinin, çoçuklarının ve ülkesinin geleceğini düşünme zorunluluğundan ve demokrasiye olan inançları dolayısıyla "HAYIR" diyeceklerdir.
***
*Hüsnü Merdanoğlu/Tarihi Gerçekler Işığında 100 soruda ALEVİLİK.
[12:38, 30.3.2017] İzmir Mürteza bey: ALEVİ İNANCININ TEMEL HEDEFİ *
Anasyasa değişikliği nedeniyle 16 Nisan 2017 pazar günü yapılacak referandum ile ilgili, gerek sünni inancındaki gerekse alevi inancındaki arkadaşlar şu soruyu sormaktalar; Aleviler hayır mı, evet mi diyecekler? (Sivil toplum örgüt yöneticiliği-başkanlık vs. yaptığım ve zaman zaman söyleşi ve muhabbetlerde konuştuğum için)
Bu soruya cevap vermeden önce alevilik konusunda bir şeyler söylemem gerekir; Alevilik konusunda tarihi kaynaklar, Alevi inancının sözlü taşıyıcıları olan ozanlarımızın dile getirdikleri dizelerin içeriği ve cem ibadetlerinde uygulanılan kurallar, dile getirilen söylemler dikkatle incelendiğinde alevi inancında asıl amacın; kendisine, ailesine, topluma ve insanlığa yararlı "olgun insan olmaktır". Bu amaca erişe bilmek için;
Tanrı'ya korku ile değil, sevgi ile yaklaşmak ve Tanrı'ya yakın olma anlayışı esastır. Bu bağlamda; Tanrı'ya yakın olmak, Tanrı'nın varlığını her an hissetmek, kendi kendini yargılamak "kendini bilmek", Tanrının yeryüzündeki temsilcileri olan (başta insan olmak üzere) canlılara sevgi ile yaklaşmak, bu sevginin sürekliliğini koruyabilmek için; "eline, beline, diline sahip olmak", Alevi inancının temel ilkelerini oluşturmaktadır.
Alevi inancında, öbür dünyaya kaderci bir yaklaşımla değil, bu dünyada "insan"ı merkeze koyan bir anlayışla yaklaşmaktadır. Bu anlayışa göre; "insan" iki yarı özün oluşturduğu bir bütündür. Bu özlerden biri "gövde", diğeri ise "can"dır. Gövde (beden) geçicidir ve toprak olacaktır. Can ise tanrısal kaynaktır. Can sözcüğü çoğu kez, "sevgili", "dost", "aranılan içten arkadaş", "Tanrı", "güzel her varlık" anlamında da kullanılmaktadır. Alevilikte "insan" kavramı o denli yücelmiştir ki, insan "Tanrı'nın konuşan dili, söyleyen ağzıdır." Bu bağlamda Alevilik, Tanrıyı insanda arayan bir inançtır. Tanrı'nın sıfatları insanda belirir.
Alevi inancında insan;
-Tanrı'nın yeryüzündeki temsilcisidir.
-Tanrı'nın evi, insanın gönlüdür (kalbidir). Bu nedenle insanı hoş tutmak ve ona yönelmek (değer vermek) gerekir. Bu anlamda; insana saygısızlık, Tanrı'ya saygısızlıktır.
-İnsan Tanrısal bilgiyle donatıldığı için kutsaldır.
Bu anlayış Alevi ozan Aşık Daimi (1932-1983) tarafından şu dizelerle özetlenmiştir.
"İnsan Hak'ta Hak insanda,
Ne arar isen bak insanda,
Her keramet var insanda,
Madem ki ben bir insanım."
Tanrı'ya yakın olmanın bir anlamı da; yaşamın her aşamasında Tanrıyı yanında hissetmek, Tanrı ile kul arasındaki uzaklığı yaklaştırmak demektir. Böyle bir anlayış; insanı gerçek anlamda "insan" (insanı kamil-olgun, yararlı insan) yapacağı da açıktır. Zaten Alevi inancında asıl hedef; aklı kullanarak insanı kamil olmaktır.
Bilinen gerçektir ki; insan, doğal olaylar dışında dünyadaki yaşamı kolaylaştırılmasında ya da zorlaştırmada en çok etkin olan varlıktır. İnsan, yaşamı kolaylaştıran, ömrü uzatan ve neslin geleceğini güvenceye alan tüm etkenleri, aklını kullanması çağa uygun geleceği hazırlayan eğitime verdiği önem sayesinde gerçekleştirmiş ve gerçekeştirmektedir. Bu nedenle, inanç kurallarını aklın önüne geçmesine izin vermeyen toplumlar, inanç kurallarını yerine getirirken, aklın gereğini yerine getiren toplumların tutsağı durumuna düşmektedirler.
Yaratanı (Tanrı'yı) yaratılanı (insanı) Yaratanın yeryüzündeki temsilcisi olarak gören bir inanç sistemini, sadece "Hz. Ali'yi sevmek" şeklinde tanımlamak, Alevilik inancının doğru anlaşılmasını engellemeye yönelik bir gayrettir. Bu gayret içinde olan dernek, vakıf yöneticilerine ve siyasetçilere en özlü yanıtı; gözleri göremeyen ancak gönül gözü açık olduğu için gerçekleri görme yeteneğine sahip olan Aşık Veysel Şatıroğlu'nun (1894-1973) şu dizeleri vermiştir:
Aslım Türk'tür Elhamdülillah Müslüman.
Şükür Amentüye etmişiz iman.
Kalbime yaraşmaz şirk ile güman
Gönlümüz nur ile dolu sayılır.
Alevi inancının temel hedefini oluşturan "olgun insan" )insanı kamil=eksiksiz insan) olabilmek için, devriye (döngü) aşamalarını/çemberini tamamlaması bunun için de "edep" sahibi olması gerekmektedir.
Anayasa referandumu oylaması ile ilgili soruya gelince; hangi inançtan olursa olsun aklını kullanan insan ne tercih yapacağını bilir. Aklını kullanmayanlar ise birilerinin aklının etkisine girer. Alevilere gelince; inanç kültür kodlarında var olan; sorgulayan, eleştiren, aklını kullanan bireyler olarak, kendisinin, çoçuklarının ve ülkesinin geleceğini düşünme zorunluluğundan ve demokrasiye olan inançları dolayısıyla "HAYIR" diyeceklerine inancım tamdır.
Murtaza Çiçek (30.03.2017)
*Kayak:Hüsnü Merdanoğlu/Tarihi Gerçekler Işığında 100 soruda ALEVİLİK.

23 Mayıs 2018 Çarşamba

ATATÜRK: KEMALİZM’LE BÜTÜNLEŞEN ALEVİLİK AHMET DURSUN (İnceleme ve Değerlendirme) KEMALİZM’LE BÜTÜNLEŞEN ALEVİLİK Hüsnü MERDANOĞLU

ATATÜRK: KEMALİZM’LE BÜTÜNLEŞEN ALEVİLİK
AHMET DURSUN (Araştırma, İnceleme ve Değerlendirme)

KEMALİZM’LE BÜTÜNLEŞEN ALEVİLİK
Hüsnü MERDANOĞLU

kmilliyeci@gmail.com
(Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Dergisi, Ocak;2007, Sayı:100.)
**
Bilerek ya da bilmeyerek emperyalizme kul köle olanların ayırtının yapılması ve Alevîliğin yozlaşmalardan, mankutlaşmalardan korunmasının sağlanması için; Alevi öncülüğünü yapanların Görgü Ceminden geçmiş olmaları koşulu bir öneri olarak değerlendirilmelidir.
**
Önce bir saptama; 17 Eylül 2006 günü Ankara Atatürk Spor Salonu’nda, Alevî İslâm Anlayışının, Alevî-Bektaşi-Mevlevi uygulaması ve deyişler ile ilahilerin söylendiği “CEM” töreni düzenlendi.
Törene katılanlar arasında, genç kızların/hanımların çoğunluğu oluşturmaları dikkat çekmekteydi. Başları açık bu genç hanımların, emperyalizmin Türk ulusunu yozlaştırma oyunlarından birisi olan; bel ve göbek açma modasına uymayarak, hiç birinin bel ve göbeklerini açmadıklarını görmek sevindiriciydi.
Hazreti Ali’nin;
“Akıl gibi mal, iyi huy gibi dost, edep gibi miras, ilim gibi şeref bulunmaz.”
“Bilgin, ölü olsa bile, diridir.”
Hacı Bektaşi Veli’nin;
“İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.”
“Yolumuz ilim, irfan ve insanlık sevgisi üzerine kuruludur” sözlerinin yazılı olduğu tanıtım yazıları, Atatürk posterleri ve Türk bayrakları ile süslenen salonda sunucunun, Türkçe yanında Almanca konuşması ve yabancı televizyonların hazır bulunması ayrıca dikkat çekiciydi.
Kimi siyasi parti başkan ve temsilcilerinin de hazır bulunduğu törende, “Atatürk” konusu geçen ve “Alevîler azınlık değildir” içerikli konuşmaların çok alkışlanması; Alevîleri “azınlık” olarak gösterme çabası içinde olanlara ve Avrupa ülkelerinin güdümündeki, kimi kimliksizlere bir yanıt niteliği taşıyordu.
Cem töreninde okunan Türkçe duada; “Atatürk’e rahmet et, O’nun ordusunu başarılı kıl, … Ülkemizin iç ve dış düşmanlarına fırsat verme Yarabbi…” ifadeleri, dua sürecinde alkış olmayacağı ikaz edildiği için, coşkuyla başlar sallanarak onandı.
Asıl üzerinde durulması gereken ise; Cem’in bir ibadet yöntemi olduğu, bu ibadet içinde “Görgü (Kırklar) Cemi’nin ayrı bir önemi, yeri ve anlamı bulunduğu, Görgü Cemi’nin Alevîliğe başlangıç niteliğinde olduğu, Alevîliğe ilk adımın Görgü Cem’i ile atılabileceği, Alevî geleneğinde gösteri ya da kendini kanıtlama görünümünde bir Cem töreninin olmadığı göz ardı edilerek, son zamanlarda Cem töreninin gösteri olarak ortaya konulmasıdır.
Emperyalizmin her türlüsüne (sosyal, siyasal, kültürel) karşı dik duruş sergileyerek ulusal benliklerini koruma başarısını sağlayan “Öz Kimliklerini Koruyan Türkler” olarak tanımlaması gereken Alevîler hakkında söz ve söylemde bulunanlar ile kendini Alevî öncüsü görenlerin, öncelikle Alevîliğe yönelişin ilk adım olan; Görgü (Kırklar) Cem’i aşamasından geçmeleri gerektiği yönündeki önerime değinmeden önce, Aleviliğin Kemalizm’le bütünleşmesi sürecine değinmek istiyorum
Alevîlik ve Kemalizm
Yeryüzünde gerçekleşen devrimler içerisinde, insan onuruna en çok yaraşır devrim, Büyük Atatürk (Türk) Devrimidir. Çünkü insanı merkeze koyarak, şekillenmiştir. Atatürkçülük (Kemalizm) olarak bilinen bu Devrimin dört temel ereği vardır. Bunlar; tam bağımsızlık, ulusal egemenlik, ulus devlet ve çağdaş devlettir. Cumhuriyetçilik, halkçılık, ulusçuluk, devletçilik, laiklik ve devrimcilik olarak bilinen ve her biri insanın (yurttaşın) mutluluğunu hedefleyen ilkeler; söz konusu dört temel ereğe ulaşmak için somutlaştırılan kilometre taşlarıdır.
Atatürkçü Düşüncede ulus devlet; Türkiye sınırları içinde, Türk yurttaşı olma onurunu taşıyan her bireyin kaderde, tasada, övgüde ve hüzünde ortak duyguyu taşımasını hedefler. Dolayısı ile bu hedef; hiçbir yurttaşın din, ırk, mezhep, bölge, yöre, renk gibi inanç ya da kültür farklılıkları yüzünden ayrım, kayırım göremeyeceği anayasal hüküm altındadır.
Öte yandan, Atatürkçü Düşüncenin ilkelerinden birisi olan laiklik ilkesinde dinsel inanç, devletin varlığına, birliğine, bütünlüğüne ve devletin kuruluş felsefesine zarar verecek eylemlerde bulunmamak koşuluyla serbesttir. Hiç kimsenin dinsel düşüncesinden dolayı kınanamayacağı yine anayasa hükmüdür. Bu yaklaşım, yüzyıllar boyu hoşgörü ortamında, hoşgörü özlemi ile varlığını sürdüren yurttaşlarımız için gerçek bir can simidi özelliğindedir.
Kaldı ki, ortak dil ve ortak kültür birliği olan Anadolu insanı için, Atatürkçü Düşüncenin ulusallığı benimsemiş olan devlet yapısı; yurttaşlarımızı aynı güvenlik çatısı altında bütünleştiren şemsiye niteliğindedir. Türk tarihinin derinliklerinde süreli olarak, yanlı ve niteliksiz yöneticilere karşı uğraş vermek durumunda kalmış olan Alevîler, Cumhuriyet döneminde hiçbir zaman devletin tüzel kişiliğine saygısızlık yapma onursuzluğu göstermemişler, tam tersine öldürülseler de, yakılsalar da hep devletin varlığı ve birliği için özveride bulunmuşlardır. En büyük özveriyi de Ulusal Kurtuluş Savaşımız koşullarında göstermişler, padişah fermanları ile yurdumuzun birçok yerinde gerici isyanlar çıkarılmasına karşın, Ulusal Savaşımızın koşullarında, Alevî yöreleri hep Ulusal Savaşın başarılması yönünde tavır almışlardır. Atatürk’ü kurtarıcı olarak algılamışlardır.
Osmanlı yönetiminin kıyıcı, dışlayıcı ve iftira kampanyaları altında masumiyetini kanıtlamakta zorluk çeken Anadolu Alevîleri, Atatürk’ü “kurtarıcı” olarak görmekte haklıdırlar. Çünkü Atatürk, millet-devlet bütünleşmesinin temelini atmış, bu bütünleşmeyi sağlamış, gerçekleştirmiş ve kurumlaştırılmış, halkın egemenliğini ve İslâm’ın halifeliğini; hiçbir belge, bilgi, yasa, ayet, hadis ya da akla uygun geçerli neden olmadan elinde tutan Osmanlı ailesinin elinden alarak, insanlarımızı kula kul olmaktan kurtarmıştır.
Kulun, kula kul olmasının önlenmesine en çok, dini çıkarsal amaç için kullanmayanlar destek vermişlerdir. Atatürk’ün akla, mantığa, insanlık onuruna en çok yaraşır düzeyde gerçekleştirdiği Büyük Türk Devrimi; ulusallığı önemseyen, devletimizin tekliğine önem veren yurttaşlarımız tarafından benimsenmiş, özümsenmiş, savunulmuş ve savunulmaktadır.
Alevîlerin, Osmanlı yönetimine tepkilerinin nedenini; Osmanlı yönetiminin kendi iktidarlarını korumak için şeriatın her türlüsüne göz yummaları yanında, öz be öz Türk olan Alevîlerin kıyıma ve iftiraya uğratılmasında da aramak gerekir.1
Padişah I inci Ahmet döneminde (1606-1611) Başbakanlık (Sadrazamlık) yapmış olan Hırvat kökenli Kuyucu Murat Paşa(!) Celâlî isyanlarını bahane ederek, Anadolu’da Türkmen avına çıkmış, Anadolu halkını canlı canlı kuyulara doldurup öldürerek “kuyucu” sanını almış, devlet-millet ayrışmasının temelini atmıştır.
Hacı Bektaş’ın;
“Hararet nardadır, sacda değildir.
Keramet baştadır, tacda değildir.
Her ne arar isen kendinde ara.
Mekke’de, Kudüs’te, Hac’da değildir.”

Yunus Emre’nin;
Bir kez gönül yıktın ise,
Bu kıldığın namaz değil.
Yetmiş iki millet dahi,
Elin yüzün yumaz değil.
Dizelerinde dile getirilen anlayışa sahip Aleviler, Kemalizm’le barışık olmakla kalmamış, Kemalizm’in sürekli destekleyicisi olmuşlardır.
Devlet-millet kucaklaşması ve bütünleşmesi Ulusal Kurtuluş Savaşımız döneminin, Kuvayı Milliye’sinde gerçekleşerek, Kemalist devlet modelinde bu bütünlük ve birliktelik sürdürülmüş, Atatürk döneminde hiçbir mezhep çatışması olmamış, ulusal sınırlarımız içinde (Misak-ı Milli) Türkiye Cumhuriyetinin yurttaşı olma onurunu taşıyan hiç kimseye ayrımcı yaklaşım olmadığı, baskı yapılmadığı gibi Alevîlere de ayrımcı bir yaklaşım söz konusu olmamıştır.
Ülkemizde çok partili yaşamla birlikte, Atatürk’ün tüm olanaksızlıklara karşın ret ettiği, Amerikan mandası altına, Türkiye’nin 1948 yılında2 girmesiyle ve NATO örgütünün ülkemiz yönetiminin her aşamasında etkili olmaya başlamasıyla ve bu süreçte kimi niteliksiz, yeteneksiz Kemalist içerikten yoksun, dışa bağlı yöneticilerin işbaşına gelmesi sonuncunda; bölgesellik, mezhepçilik, ayrımcılık çoğalmaya başlamıştır.
Bu günlerde, özellikle ülkemizin, Avrupa Birliğine (AB) tam üye olma istek ve çabaları karşısında, Kuvayı Milliye’nin öncüsü Mustafa Kemal Atatürk tarafından Avrupa devletlerine imzalatılan Lozan Barış Antlaşmasının rövanşı alınmaya çalışılmaktadır. Bu süreçte, kırsal yörelerde geçim sıkıntısı içinde yaşadığı için Avrupa’da ekmek aramaya giden Anadolu halkı, kendini gönderen ve onları döviz yumurtlayan tavuk olarak gören yönetimler tarafından, gerekli destek ve yönlendirme göremedikleri için emperyalizmin tuzağı ile karşı karşıya kalmışlar, kuşkusuz bu tuzaktan kurtulamayan Alevîler de olmuştur.3
Görünen gerçek şu dur ki; AB ülkelerinin Türkiye’ye karşı tutumları aynı birliktelik içinde yer alacak ortaklık yaklaşımının ötesinde, bir öç alma ve hesap sorma görünümü yansıtmaktadır.
Örneğin Almanya, radikal İslâmcı örgütler dâhil birçok terör ve bölücü örgüt yanında, Türkiye’ye karşı örgütlenmiş, 47 ayrı yasal olmayan kuruluşa destek vererek dostluktan çok hasım gibi davranmaktadır.
Bu hasımca plânlar için Alevîleri kullanmak isteyeceklerinden kuşku yoktur.
Gurbetçi Anadolu halkının büyük çoğunluğunun bulunduğu Almanya’da, Alman plânları doğrultusunda Alevîler bir yandan, Türk kimliğinden koparılıp bölücü yapılanmalara yönlendirirken bir yandan da; Ege Alevîleri-Doğu Alevîleri, Alili Alevîler-Alisiz Alevîler gibi ayrıştırma siyaseti güdülmektedir. Öte yandan Sivas’ta 37 Türk aydınının yakılmasından birinci derecede sorumlu 6 kışkırtıcı cinayet zanlısı, Alman Dış İstihbarat Servisi (BND) elemanları tarafından Esenboğa üzerinden Almanya’ya kaçırılmıştır.4
Avrupa destekli yozlaşma süreciyle birlikte, Alevîler arasında görüş ayrılıklarının çoğaldığı, Kemalizm’i eleştirme cesaretini kendinde gören Alevîlikle ilgisi, bilgisi, temsil niteliği olmayan aslında mankurtlaştırılmış5 yaratıklardan farkı bulunmayan kimilerini, Alevî öncüsü, sözcüsü yöneticisi görünümünde Kemalizm’e saldırma görevini üslenmişlerdir.
Oysa, Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı sürecinde diğer yurtseverler gibi Anadolu Alevileri, Kuvayı Milliye’ye destek vermişler, Kemalist Devrim sürecinde de Kemalizm’i benimsemişlerdir. Böylece Kemalizm’le bütünleşen Anadolu Alevili insancıl, özgürlükçü, hoşgörülü niteliklerini Kemalizm’in ilkleri ile zenginleştirmişlerdir.
Kemalizm’in olmazsa olmaz özelliği ise tam bağımsızlıktır. Başka bir deyimle; Kemalist olma onurunun ölçüsü, tam bağımsızlığı benimsemek bu uğurda uğraş vermektir. Tarihi süreç içinde oluşan bağımsızlıkçı, özgürlükçü, insana sevgiyle yaklaşma merkezli ve şekilcilikten uzak sevecen felsefe yanlıları ile aynı içerik ve nitelikteki Kemalist dünya görüşü aynen örtüşmektedir.
Bir başka gerçek ise; Batı fonlarından para alınarak, kimi projelerin gerçekleştirilmesinin, Kemalizm ve Alevîlikle bağdaştırılamayacağıdır. Çünkü para alanlar, emir almaya da alışırlar. Kemalizm ve Kemalizm’le bütünleşen düşünceler, tam bağımsızlığı ilke edindiği için emirleri, emperyalizmden değil, insanlık ve ülke yararları içeren kendi duyunç (vicdan) dünyasından aldıkları için bağımsız ve özgürdürler. Bağımsız ve özgür olabilmek hakkı ise ancak, kendi ekonomik kaynaklarını kendi yaratanlarındır.
Alevî toplumunun, Atatürk ile ne denli bütünleşip, Kemalizm’le ne denil örtüştüğünü, Türkiye’de tekke ve zaviyelerin kapatılmasını izleyen 11 Eylül 1925 günü, Bektaşi-Alevî tekke yöneticilerinin kamuoyuna açıkladıkları aşağıdaki bildiri, oldukça özlü biçimde ortay koymaktadır:
“Bütün sevenlere duyurulur ki, … İnsanlık âleminin ve Bektaşi yandaşlığının yüzyıllardan beri bekledikleri kurtarıcı (halaskar) ortaya çıkmıştır (zuhur etmiştir.) (Bu kişi) Yüce Cumhurbaşkanımız Mustafa Kemal Paşa’nın bedeniyle gelen, bütün İslâm dünyasının ve bu arada Alevîlerin (Güruh-u Naci taifesinin) canları, malları ve huzurları güvence altına alınmıştır. Bu nedenle, tekkelerin var olma nedeni ortadan kalkmıştır. Bizlere düşen kurtarıcımızın yüce buyruklarına uyup bundan sonra dünya bilimlerini okutan Cumhuriyetimizin okullarına, insanlık bilimlerine ulaşmaktır. Hazreti Hünkâr Hacı Bektaşi Efendimiz de eğitimde bu yolu buyurur.
Tekkemizi kapatıp kutsal anahtarını Cumhuriyetimizin kurucularına teslim etmek günü gelmiştir. Böyle de yapılacaktır. Bütün sevenlere duyurulur.”6
Emperyalizmin, Atatürk’ü yıpratmak ve Türkiye’yi bölmek için plânlar yaparken, bu plânlarında kullanacağı uşak aramasının nedenleri vardır. Bu nedenleri şöyle özetlemek mümkündür:
Halkı çok büyük çoğunlukla Müslüman olan hiçbir İslâm ülkesinde Atatürk'ün gerçekleştirdiği devrimler yaşanmamıştır, olmamıştır, olamamıştır. Ayrıca, halkı Müslüman olan hiçbir ülkede Türkiye'deki gibi nüfusun 1/3'ü Alevî halk kitlesi değildir.
Bu nedenlerle de, Türkiye'yi öteki İslâm ülkeleri düzeyine ve yapısına gerisin geriye çekmek isteyen emperyalizmin yapması gereken şey; bu özellikleri ortadan kaldırılmak ya da hiç olmazsa, çarpıtılıp yozlaştırmaktır. Bunun yanı sıra, Osmanlı düzeninin özlemini çekenlerin de amaçları bu yöndedir.
Bilinmelidir ki, Kemalist devlet modeline husumet besleyenler, din istismarının önünün kesilmesini hedeflediği için laikliğe karşıdırlar, Atatürk’ü sevmezler. Bu bağlamda Atatürk’ün “Birçok eski kurumları yıktık. Bunların binlerce taraftarı vardı. Fırsat beklediklerini unutmamak gerekir.” Sözlerinin anlamı gericilerin fırsat bekleyip, eski düzeni yeniden kurma hevesinde oldukları dikkate alındığında;7 emperyalizmle bölücünün, gericinin, yobazın ve her türlü din tacirinin (dindarın değil dincinin) her bağlamda yardımlaşma içinde oldukları görülür.
Günümüze dek sürdürülen, Kahramanmaraş’ta, Sivas’ta Çorum’da… Kardeşin kardeşi öldürmesine dek uzanan, Alevî-Sünni ayrışmasının kökeninde de yine Osmanlı döneminde olduğu gibi yabancı parmağının olduğundan hiç kuşku duyulmamalıdır.
Bu bağlamda; günümüzde insan haklarından, ifade özgürlüğünden, demokrasinin nimetlerinden yararlanarak, devlet-millet ayrışmasını körükleyenlerle, ülkemizde azınlık yaratma arayışı içinde olanlarla, Hırvat kökenli Kuyucu Murat arasında amaç birliği var demektir. Çünkü her biri egemen güce, sömürüye hizmet etmektedirler.
Aynı şekilde; Dolar ya da Avro peşinde olarak, Türk ulusal birliğinin, ulusal dirliğinin, devletimizin tekli yapısının bozulmasına hizmet edenlerle, Sivas’ta 37 Türk aydınının yakılmasından birinci derecede sorumlu 6 kışkırtıcı cinayet zanlısını Almanya’ya kaçıran Alman Dış İstihbarat Servisi (BND) elemanlarından farkı yoktur. Çünkü aynı düzeyde Türkiye’ye kötülük yapmaktadırlar.
Öte yandan; bir insanın, hiçbir inanca sahip olmadan, dinsel inanç ve kurumları inkâr etmesi, kendisini “ateist” olarak görmesi ne denli doğal ise, bir insanın inanmadığı, kurallarını yerine getirmediği, bir inanç kurumunda öncü görevi üstlenmesi o denli doğal değildir.
Türkiye’de ve yurt dışında ulusal bütünlüğümüze hizmet eden, ülkemizin Kemalist anlayış doğrultusunda yönetilmesi için uğraş verenlerle, bilerek ya da bilmeyerek emperyalizme kul köle olanların ayırtının yapılması ve Alevîliğin yozlaşmalardan, mankutlaşmalardan korunmasının sağlanması için; Görgü Cemi bir öneri olarak değerlendirilmelidir.
Görgü Ceminin Önemi ve Gereği
Görgü Cemi, bir anlamda “Alevî” olma kimliğinin tescili, Ceme katılanlar tarafından onanması anlamına da geldiğinden, Görgü (Kırklar) Ceminde yargılanarak, Alevîliği onanmayanların, Alevîler adına ahkâm kesmesi, dernek kurması, açıklamada bulunması, öncü görevi üstlenmesi işin özü ile çelişmektedir.
Görgü Cemi, Alevî inancının olmazsa olmaz kuralı olan; Eline, Diline, Beline (EDEBE) sahip olunduğunun, YOL’a uyulduğunun kanıtlanma alanıdır. Görgü Cemi; “dara” durularak yani kendini Tanrının huzurunda varsayarak candan geçmek, kötülüklerden arınmaktır.
Bu nedenle; bütün Alevî-Bektaşi dernekleri, vakıfları ve dernek yöneticilerinin ve bu kuruluşlara üye olma isteğinde olanların Alevî hakkında söz söyleyebilme yetkisini elde etmeleri için, öncelikle Alevîlik yükümlülüğü olan, Görgü Cem’inde “görülmeleri” gerekir.
Görgü Cami’inde, Cemi yöneten (dede), görülmek, yargılanmak, aklanmak üzere törene gelene (talibe) "dar gel, doğru söyle!" diyerek, alacağını alıp, vereceğini verip, tüm sorumluluklarından arınarak gelip gelmediği sorularak aklanacağı için, ancak aklanabilme gücünü kendinde görenler katılacaklardır.
Kırklar meydanına vardım
Gel beri ey can dediler
İzzet ile selam verdiler
Gel işte meydan dediler
Dizelerinde olduğu gibi, kendilerini öncü görüp, hesap vermeye hazır hissedenler, Görgü Cemi’nde meydana inmelidirler.
Öte yandan, Görgü Cemi’ne katılacak olanın toplumda sosyal dayanışmanın ve sosyal yardımlaşmanın önemli etkenlerinden olan, musahip kardeşinin de olması gerekmektedir.
Alevîlikte musahiplik kurumu; kazancı ortaklaşa kullanmak temeline dayanan, ömür boyu ailecek sürdürülecek yol ve inanç kardeşliğidir ki, toplumda sosyal dayanışmanın ve barışın temelini oluşturan bir etken olarak görülmelidir.
Görgü Cem’i töreninde asıl önemli unsur, yola girmenin, o yolda olmak için toplum önünde söz vermenin başlangıcıdır. Görgü Cemi’ne katılanların bütün insanlarla helâlaşmış olması, hiç kimseye karşı maddi ya da manevi borcunun olmamsı gerekmektedir. Böylece inançsal sistemin pekiştirilmesiyle birlikte, sosyal bir dengenin kazınılası sağlanmış olmaktadır.
Bu noktada belirtmeliyim ki, her hangi bir suç işleyen için hukukun öngördüğü mahkemelerde, yürürlükteki hukuk kurallarına göre yargılanan suçlu ile Görgü Cemi’nde “dara duran” talibin yargılanması birbirine karıştırılmamalıdır. Mahkemelerdeki yargı, yasal bir uygulamadır. Görgü Cemi ise bir ibadet yöntemidir. Bu nedenle Görgü Cemi’ni hukuk kurallarının üstünde ya da hukuk mahkemelerinin önünde görmek yanlışına da düşmemek gerekir. Bir Alevî inancı olan Cem törenini, diğer inanç ve ibadet biçimlerinden farklı kılan yönü; Cem töreninin toplumsal yargı içerikli olmasıdır.
Görgü Cemi; yurt içinde ya da yurt dışında kendilerini Alevîlerin öncüsü olarak görenlerin, Alevilerin inançları doğrultusunda yaşamalarını sağlamaya yönelik içtenlikle uğraş içinde olanların içtenlillerini ortaya çıkaracağı gibi, Türkiye’nin biriliğine dirliğine, ulusal bütünlüğüne göz diken emperyalizmin değişmez kuralı olan, bu günlerde Avrupa Biriliğine uyum süreci ilerleme raporlarıyla doruğa çıkan; “böl-yönet, bölemezsen müdahale et, kalanı da yok et” plânına hizmet eden ayarlı, dışa bağımlı, dış güçlerin maşası, dolar ve avro aylıklı kimilerinin Alevilerin içine sızmış olduklarını, Alevilikle ilgisi olmayan bu uşakların da açığa çıkarılmasına yarayacaktır.
Aynı şekilde, Alevî Diyaneti kurmakla suçlanan, Avrupa Birliği’nden 267.750 Avro aldığı8 belirtilen bir Vakıf başkanının bu konularda açıklama yapma fırsatı da doğmuş olacaktır.
Yine Görgü Cemi, Alevî kültür birikimini kullanarak geniş bir dinleyici kitlesi oluşturduktan sonra, bu birikimi paraya dönüştürmek için sahip olduğu radyo istasyonlarını, yüksek ederle başkalarına satanların, liberalizmin kuralını mı yerine getirdikleri, yoksa başka oyun için de mi olduklarına ya da elde ettikleri kazancı, ulusal birlikteliğe hizmet için mi kullanacağına da ışık tutacaktır.
Görgü Ceminde; “… Alevîler için Türk bayrağı ve Atatürk resminin derneklerimizde asılmaması, örgütlerimizi birleştiren ya da ayrıştıran bir tartışma konusu yapılmamalıdır” görüşünde olanlar da yargılanmalı, Atatürk’le bütünleşmekle ayrı bir yücelik kazanmış olan Anadolu Alevîliği bağlamında yargısı yapılmalıdır.
Sosyal bir yargılama içerikli olan Görgü Cemi törenine katılma cesaretini kendinde görenler, Cem’in kim tarafından yönetileceği tartışmasına girmemelidir.
Alevî inancında, okumuş-okumamış, köylü-kentli olsun “insan” en kutsal varlık, “Tanrının yeryüzündeki temsilcisi” değil midir?
Bu noktada, Atatürk’ün bir özdeyişinden yararlanarak, Alevî öncülerine sorulması gereken soruyu da netleştirmek mümkündür.
Atatürk diyor ki; “Sizi aldatmak ve küçük düşürmek isteyenlere açıkça sorunuz: Ulusal Egemenlik, bağımsızlık ve devlet kavramlarında düşünceniz nedir?” 9
Alevî öncüleri olduğunu ileri sürenlere sorulmalı, “Ulusal Egemenlik, bağımsızlık ve devlet kavramlarında düşünceniz nedir? Alevî kurallarını yerine getiriyor musunuz? En son ne zaman Görgü Ceminde yargılandınız? Musahibiniz var mı? Helal kazancınız dışında, haram gelir elde ettiniz mi?”
Bu sorulara olumlu yanıt verenlerin alnı açık başı diktir ve onlar toplumun öncüsü kişilerdir. Onları izlemek, açıklamalarını dikkate almak gerekir.
Ayrıca dikkate alınmalıdır ki;
İnsanlığın ortak kültürünün bir bileşkesi olan, kimi dinsel kuralları güncelleştirerek bir inanç sistemi benimseyen Alevîliğin yaşaması, dedelik kurumunun yaşamasına ve Alevî öncülerinin Alevî olma niteliğine sahip kişiler tarafından temsil edilmesine bağlıdır.
Dedelik kurumunun yaşama şansı ise dedelerin günümüz koşulları doğrultusunda ilimle bilimle donanmaları koşuluna bağlıdır. İlim ve bilimin yeri ise ulusal benliğimizi, bütünlüğümüzü pekiştiren izlencelerin yer aldığı, çağdaş içerikli eğitim veren okuldur. “Okul; genç kafalara, insanlığa saygıyı, ulusa ve ülkeye sevgiyi, bağımsızlık şerefini öğretir. Bağımsızlık tehlikeye düştüğü zaman onu kurtarmak için izlenmesi uygun olan en doğru ve sağlam yolu “ 10 belleten, bu belletme niteliğindeki öğretici ve araçlarla donanımlı yerdir.
*****
Ayrıca tavsiye edeceğim bir yazı daha var...
Ben de aleviyim..
10 Ocak 2007 Çarşamba 13:38
Türk tarihi, İslâm tarihinden ayrılamaz..
Ya da tam tersi..
Eğer Muaviye- Ali kavgalarını..Yezid'in Hz.Hüseyin'i katlini..
Şeyh Bedrettin'i..
Eğer alevilerin Yavuz ve IV.Murat'ın adlarını ağızlarına bile almadıklarını bilmiyorsanız tarihten bugüne taşınan ideoloji ve otorite kavgalarının; ayrışmaların nedenlerini de bilmiyorsunuzdur..
O yüzden o günden bugünü anlamada sadece mezhebi farklılıkları ortaya koymak bir anlam ifade etmez.. Devamı için....
http://www.sonsayfa.com/author_article_detail.php?id=2046
**********

22 Mayıs 2018 Salı

Avrupa Birliği Türkiye’den ne istiyor? Hüsnü MERDANOĞLU Araştırmacı-Yazar

Avrupa Birliği Türkiye’den ne istiyor?
Hüsnü MERDANOĞLU
Araştırmacı-Yazar
Avrupa Birliği’nin (AB’nin) öncesini oluşturan, Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET), Avrupa’da düşmanlıklara son verilmesi ve atom enerjisinin barışçıl amaçlarla kullanılması görünümü altında, o günlerin koşullarında yayılmacı siyaset güden Rusya’ya karşı kurulmuştur. Rusya’nın Soğuk Savaş ortamında çökertilmesi üzerine AB, ABD’ye karşı Birleşik Avrupa gücü oluşturmaya yönelmiştir.

Bu topluluğa Türkiye, 31 Temmuz 1959’da tam üyelik için başvurmuş, ilişkiler 1963’de Ankara’da imzalanan ve 1 Aralık 1964’de yürürlüğe giren Ankara Antlaşması doğrultusunda sürdürülmüştür. Türkiye’deki kimi siyasi gelişmeler ve özelliklede AET’nin bir sömürü düzeni olarak görülmesi nedeniyle, uzun bir süre Türkiye, AET’den uzak durmuştur.

Türkiye’nin AB’ye yeniden ilgi duyması üzerine, 1999 Helsinki Doruğu’nda ülkemizin AB’ye “aday” ülkeler arasında olduğu resmen açıklamıştır. Ancak aradan geçen süre içinde AB’nin, Türkiye’ye yönelik yaklaşımı “adaylık”dan ileri gidememiştir. Avrupa Parlamentosu’ndaki mevcut 626 üyenin, Nice (Nis) Doruğu’nda alınan kararlar içeriğinde, 1 Ocak 2004 tarihinden itibaren 732’ye çıkarılması ve bu sayı içinde Türkiye’ye yer verilmemiş oluşu göstermektedir ki, yakın gelecekte, Türkiye’nin AB’ye üye olma olasılığı görülmemektedir. Ne var ki, ülkemiz AB’ye tam üye olmak beklentisi ile Kemalist ilkelerden sürekli ödün vermektedir.

AB, Temmuz 1993’de Kopenhag ölçütlerini açıklamıştır. Bu ölçütlerden aday ülkeleri ilgilendirenler, yani adayların üye olabilmeleri için uymaları gereken ölçütler; azınlıklara saygı, piyasa ekonomisine dönülmesi, topluluk hukukuna koşut hukuk düzeni geliştirilmesi, birliğin siyasal ve parasal amaçlarına uyum şeklinde özetlenebilir.

Bu ölçütlerin her biri, bağımsızlığını sağlamak ve korumak amacıyla kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti için ayrı anlam ve önem taşımaktadır.

Salt, “azınlıklara saygı” bağlamında konuyu ele aldığımızda, bu yaklaşım bağımsız, üniter ve ulus devlet yapımız yönünden sayılmaz yaralar açacak özelliktedir. Şöyle ki, “azınlık” kavramı net ve açık değildir. Eğer konu müslüman olmayan Türk yurttaşları ise onlar zaten Lozan Antlaşması ile hukuksal haklarına kavuşmuşlardır. Ne var ki, AB’nin “azınlık” dayatmasında amacının, Ermeni, Rum ve Musevilerin olmadığı AB’nin yaklaşımından bellidir. AB’nin amacı Türkiye’de azınlık yaratmaktır. Nitekim, Türkiye’nin söz konusu ölçütlere ne denli uyduğunu izlemek için düzenlenen “2002 Yılı İlerleme Raporu”na yansıyan tümceler niyetlerini göstermektedir. Bu raporda, “Azınlık Hakları ve Azınlıkların Korunması” başlığı altında; “... Tunceli Kültür ve Doğa Festivali, Kürtçe şarkı söyleyen gruplara yasak getirmeksizin, 1 ila 4 Ağustos tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir. ...” denilmektedir.

Oysa tarihi bir gerçektir ki, Anadolu’da “Kürt Devleti kurulmasını” öngören, Mondros ve Sevr antlaşmalarının geçersiz kılınması için başlatılan Ulusal Bağımsızlık Savaşımızın kazanılmasında, emperyalist güçler ile savaşanlar içinde, bugün AB tarafından yapay azınlık olarak yaratılmak istenilen Kürt yurttaşlarımız da bulunmaktadır. Üstelik, düşmanın Polatlı’ya dek gelmesi üzerine, Millet Meclisi’nin Kayseri’ye taşınması isteğine, “biz buraya kaçmak için mi yoksa düşmanla dövüşerek, bağımsızlığımızı kazanmak için mi geldik?” diyerek itiraz eden, az ve öz konuşması ile ünlü Diyap Ağa, Tunceli (Dersim) milletvekilidir.

AB’nin yaklaşımı ortada iken, AB’ye üye olmak için öngörülen “uyum yasaları” sürecinde, ülkemizde kimi anayasal ve yasal değişiklikler yapılması, ulus devlet bütünlüğümüzden, üniter devlet yapımızdan, kısaca Atatürkçülükten verilen ödün olarak görülmelidir.

Bu bağlamda, Atatürkçü düşüncenin yandaşları, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olmak durumundadırlar. Çünkü AB, her geçen gün bir siyasi birlik haline gelmektedir. Bu birliğin Konsey, Komisyon, Parlamento ve Adalet Divanı gibi organları bulunmaktadır. Bu yönetim yapısı ile AB bir eyaletler topluluğu niteliği kazanmaktadır. Topluluk ile ilgili kararlar, söz konusu organlarda alınmaktadır. Türkiye AB’ye üye olsa bile, bu organlardaki üye çoğunluğu nedeniyle Türkiye’nin yararına karar çıkarması olası olmayacaktır.

Mustafa Kemal Atatürk, onca yoksulluğa, çaresizliğe, karşın eyalet içinde yer almak için Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş değildir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş amacı tam bağımsızlık ve ulusal egemenliktir. Türkiye’nin, AB’ye üye olması durumunda, Avrupa Konseyi’nin kararlarına uymak zorunda olan bir ülke durumunu düşecektir.

Öte yandan, AB’ye üye olmamız durumunda egemenlik haklarımız AB organlarına geçmiş olacağı için, Amasya Genelgesi’nde ve onu izleyen ulusal kongrelerde, Atatürk döneminden beri anayasa hükmü durumuna gelmiş olan ve Atatürk’ün amacını en özlü biçimde özetleyen; “Egemenliğin kayıtsız ve koşulsuz, ulusa ait” olduğu ilkesi çiğnemiş olacağından, Atatürk ilkelerini korumak isteyenlerin AB’ye üye olmasına karşı olmalıdırlar. Ancak Avrupa’nın ve diğer gelişmiş ulusların seviyesine yükselmek ve onları da geçmek için, Atatürk’ün uyguladığı iç ve dış siyaset doğrultusunda tam bağımsızlığa sahip çıkarak ve kendi kaynaklarımıza güvenerek ülkemizin kalkınmasını sağlamalıyız. Unutmamalıyız ki Türkiye, tam bağımsızlık ülküsü ve ilkesi doğrultusunda yönetildiğinde; bugünkü Avrupa Birliği üyesi ülkelere uçak gövdesi satmış, Avrupa ülkeleri ekonomik darboğaz yaşamakta iken, Türkiye’de sanayide kalkınma hızı %96 olmuştur.

AB’nin amacı; Türkiye’yi AB’ye tam üye yapmak değildir. Zaten, Türkiye AB’ye üye olabilmesi için en önemli pazarlık gücü olan Türkiye’nin geniş pazar olanaklarını, Gümrük Birliği Anlaşması ile AB’ye kaptırmıştır.

AB, Türkiye’yi oyalayarak kontrol edilmesini sağlamayı, böylece birlikte olacağı başka güçlerin oluşmasını önlemeyi, üyelik sürecinde ülkemizi olabildiğince etnik ayrımlara bölmeyi, ulus devlet olgumuzu zayıflatmayı, Lozan Antlaşması’nın öcünü almayı, Mondros ve Sevr antlaşmalarını yeniden uygulamaya koymayı istemektedir.

Öte yandan, AB’ye üye olan ülkelerin kalkınma ve gönenç yönünden ilerleme sağladıkları da doğru değildir. Bu konuyu bir başka yazıda incelemek üzere belirtmek isterim ki; AB’nin Türkiye’den koparmaya çalıştığı ödünlere “dur” demek Atatürkçülülerin görevi olmalıdır.

21 Mayıs 2018 Pazartesi

Prof. Dr. Ahmet SALTIK WEB SİTESİ "ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ’NİN BAŞARILI OLMASI İÇİN BİR DEĞERLENDİRME" - Hüsnü MERDANOĞLU, ADD Çankaya Şubesi Üyesi

KONUK YAZAR

Hüsnü MERDANOĞLU
ADD Çankaya Şubesi Üyesi
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ’NİN
BAŞARILI OLMASI İÇİN BİR DEĞERLENDİRME


Tüzüğünde belirtildiği üzere; Atatürk devrim ve ilkelerini yok etmek için, açık ya da kapalı plânlı ve sinsi çalışmalaralar içinde olanlara karşı, “O’nun devrim ve ilkelerinin gelecekte de egemen olmasına katkıda bulunma ve onlara bekçilik yapma zorunluluğunu nedeniyle 19 Mayıs 1989 tarihinde Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) kurulmuştur.

Dönemin Bakanlar Kurlunun 28.03.1993 tarihli ve 93/4239 sayılı kararıyla “Kamu Yararına Çalışan Dernekler” statüsüne de kavuşmuş olan ADD, 28 yıllık süreçte (kurucu genel başkanlar dışında) iyi yönetilemediği için; kurumlaşmasını tamamlayamadığından, amaç ve hedeflerin gerçekleştirememiş, adına yaraşır gelişmeyi göstermemiştir.

En az elli bini sorumluluğunu yerine getirmeye hazır olan, iki yüz bin kadar üyesi 370 kadar şube (şube sayısı bir zamanlar 500 kadar idi) çokluğuna sahip olan ADD, kurumsallaşmasını sağlayabilseydi; birkaç radyo ve televizyon kanalları, birkaç vakıf ve okullarını yönetiyor konumda bulunması gerekirdi. Böylece; kamuoyunu Atatürk ilkeleri doğrultusunda yönlendirebilen güce erişir ve yaralatacağı hizmetleri nedeniyle görüşüne başvurulun sivil toplum kuruluşu olurdu.

Bilinen gerçektir ki; Atatürk devrim ve ilkelerine karşı örgütlenenlerin güçlü bir altyapısı mevcuttur. Yayınevleri enstitüleri, öğretim merkezleri ve yayın organları, yüzlerce vakıf ve şirketleri bulunmaktadır. Türkiye’de olduğu gibi yurt dışında maddi kaynak ve benzeri destek sağlayan tarafları vardır.

Kendine bağlı hazır kurulmuş olan mevcut vakfı (Ata Vakfı) bile etkin duruma getiremeyen ADD, mevcut durumu ile kamuya yararlı olmadığı gibi, kendine ve üyelerine de yararlı olamayan bir konumda bulunmaktadır. Oysa kamuoyunun bir kesimi adında “Atatürk” olan bu kuruluşun adına yaraşır olmasını, güven vermesini beklemiştir.

ADD, kuruluş yılarında topluma güven verdiği için şu anda Genel Merkez’in kullandığı daireler, üyelerin bağış katkıları ile alınmıştır. Zaman içinde ADD, kamuoyundaki güvenini yitirmiş olmalı ki, bir yandan üye ve şube sayısı azalma sürecine girmiş, gönlü Atatürk ilkelerinden yana olan varsıl yurttaşlar, ADD yerine başka derneklere yardım yapar olmuşlardır. Örneğin “Huysuz Virjin” olarak bilinen Seyfi Dursunoğlu, varlığını Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğine (ÇYDD) bağışlamıştır. (ADD ile aynı yıl içinde kurulan ÇYDD bu bağışı hak etmiştir. Şöyle ki; söz konusu kuruluşun resmi sitesine yansıtıldığına göre bu süreçte ÇYDD tarafından; 71344 üniversite öğrencisine burs verilmiş, Türkiye’nin dört bir yanındaki üniversitelerde -ADD’nin varlık gösteremediği doğu ve güneydoğu Anadolu illeri de dâhil- okuyan bu öğrencilerden mezun olmuş olanlardan; 2192 genç doktor, 1849 genç öğretmen, 1375 genç mühendis, 607 genç avukat, 526 genç hemşire, 482 genç iletişimci, 324 genç güzel sanatlar mezunu, 221 genç diş hekimi, 181 genç eczacı, 136 genç mimar, 112 genç veteriner, 85 genç psikolog, 77 genç turizm ve otelci, 43 genç bankacı, 24 genç denizci, 47 genç tercüman, 20 genç sivil havacı, çağdaş bireyler olarak iş yaşamına atılmışlardır.)

ADD kurulduğu ilk yıllılarda benim de içinde bulunduğum Eğitim Kurulu aracılığıyla gençlerin yetişmesine ağırlık vermişti; yüzlerce gencin ilgisi nedeniyle dernek binası koridorlara dek dolup taşmakta idi. İçim sızlayarak belirtmek isterim ki, kurucu kadroların başlattığı bu hizmetler önlenmemiş olsa idi ADD, 28 yıllık süre içinde bir değil birkaç Aziz Sancar’ın yetiştirilmesine katkı verebilirdi.
****
Adında Atatürk olan her kurum ve kuruluşun öncelikli görevi; Atatürk devrimlerinin önde gelen ilkelerinden laikliğin, din ve düşünce özgürlüğünün temeli olduğu bilinciyle, kimsenin iknacına (başörtüsü de dâhil) müdahale etmeden, toplumsal barışı sürekli kılmaya yönelik çaba içinde olmalıdır.

Cumhuriyetimizin yetiştirdiği değerlerden biri olan Oktay Sinanoğlu’nun vurguladığı gibi; “Atatürkçülük” şu yalana indirgendi: ‘Atatürkçülük’ eşittir “laiklik”, eşittir “Müslüman düşmanlığı”. Sonunda halk aydınlara ve devlete husumetle bakar oldu.

ADD Bilim ve Danışma Kurulu Başkanı’nın internet ortamında 1 Mayıs 2016 günü paslaştığı aşağıda değindiğim ayet eleştirisi Bu bağlamda değerlendirildiğinde kimlerin işine yarayacaktır? ADD Bilim ve Danışma Kurulu Başkanı söz konusu iletisinde şunlara değiniyor:

“MUTLAKA BİLMENİZ GEREKEN 3 AYET !!!
Değerli arkadaşlar,
Bu gün sizlerle Kur’anın Mekke’de vahyolunan surelerinden 3 ayeti paylaşmak istiyorum. Bu ayetlere göre Kuran Arap Peygamberi aracılığı ile Araplar için Arapça indirilmiştir. Arapların dışındaki kavimlerin (Milletlerin) ayrı bir inancı olabileceğine bizzat Kuran bu ayetlerle işaret ediyor. Takdir size kalmış.

1-Yusuf Suresi, 2,
2-İbrahin Suresi 4,
3-Kafurun Suresi 6”

ADD Bilim ve Danışma Kurulu Başkanı’nın 3 ayet eleştirisi karşısında, en az 3 soru sormak gerekir: Bu eleştiri ile

1-ADD’ye mi?
2-Atatürkçülüğe mi?
3-Laikliğe mi? Hizmet etmiş olunuyor?

Kur’an’ın duyurulmasında bugüne dek yüzyıllar geçmiş, ülkemiz nüfusu da dahil milyonlarca insan tarafından benimsenmiş bir olgunun gündeme taşınması, günümüz bilge adamı Yaşar Nuri Öztürk’ün şu tespitlerinde anlam bulmaktadır:

“Biz, laik ve Atatürkçüyüz diyerek, dine, dindara, gerçekleri bilen düşünce adamlarına sırtarını dönenler, meydanın dinci talan çetelerine terk etmiş oldular. Laiklik adına basiretsizlik üretenler, dincilere dolaylı destek vermiş oldular.”

“Dinciliğin bütün şansı, solculuk ve Atatürkçülük adına hezeyan sergileyen ekiplerin yanlışlarıdır.”
*****
ADD üyeliğinde bulunmuş olan bir yazar (Yılmaz Dikbaş) “Atatürkçüler Yenildi” adını taşıyan yapıtında, ADD ile ilgili şu değerlendirmede bulunmuştur:

Kemalizm’in temel ilkelerinden olan; antiemperyalizm, ulusal egemenliğe bağlılık ve devrimcilik ilkelerini çıkaranlar ADD adlı sivil toplum örgütünde toplanmışlardır. Atatürkçüler yenildi Kemalistler kazanmalı.

(Onursal Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sayın Vural Savaş’ın ADD yönetimi yönelik çok ağır değerlendirmesini merak edenler için “Emperyalizmin Uşakları, Bilgi yayınevi, Ankara, 2005, 2. Baskı syf. 118’e bakmalarını önermekle yetiniyorum.)

Üzerinde Atatürk resmi olan takvim satışları yaparak, Atatürk ticareti yapan bir konuma düşürülen ADD’nin tarihi ile ilgili bugüne dek en kapsamlı çalışma olan “ADD’NİN KİTABI”nda (Tekin yayınları, birçok ADD yönetim kurulu üyesi ve ADD üyelerinin böyle bir kitaptan haberdar oldukları bile kuşkuludur) şu düşündürücü cümleler yer almaktadır:
“ … ABD ve AB ve İsrail’lilerinin yakından izlediği” vurgusu dikkat çekici olduğunu belirterek yinelemek isterim ki; adında “Atatürkçü” sözcüğü olan ADD’nin Kemalist üyeleri; ADD’nin Atatürk resimli takvim satan durumundan kurtarılarak, yurttaşlara güven veren bir sivil toplum kuruluşuna dönüştürmeleri için sorumluluklarını yerine getirmelidirler.”

Kemalizm; zoru başarmaktır. Hiç kuşkusuz ADD’nin mevcut üyeleri içinde birçok Kemalist bilinçte üye vardır. ADD’nin adına yaraşır düzeye erişebilmesi için 2016 Haziran ayı içinde yapılacak genele kurul bir fırsattır.

28 yılın eksikliklerini gidermek için ADD’nin hedefi; Aziz Sancar niteliğin bilim adamları yetişmesine katkı vermek olmalıdır.

Dernek yönetiminde başarı; özverili, sorumluluğun bilincinde ve birbiri ile dayanışma-yardımlaşma içinde olan kadroların, derneğin tüzüğün amacına yaraşır projelerin gerçekleştirmelerine bağlıdır.

Henüz adayların belli olmadığının rahatlığı ile belirtmek isterim ki; ADD Genel Yönetimine aday olacaklar; tüzük hükümlerine uygun açıklayacakları inandırıcı projelerle delegelerin oylarını istemeli ve yönetime geldiklerinde, açıkladıkları projeleri gerçekleştirip gerçekleştirilmediklerine göre değerlendirilmelidirler.

Derneği atlama tahtası olarak görmeyen, dernek amaçlarına uygun projeleri gerçekleştirmek için yönetime gelen bir kadro sayesinde, Kemalizm’i atağa kaldıran mümkün olabilir.

ADD’nin çeşitli organlarında görev almış, sorumluluğunun bilincinde bir ADD üyesi olarak ve saygı ile. (Mayıs 2016)
===========
Dostlar,
Yorumsuz sunuyoruz değerli dostumuz Sayın Hüsnü Merdanoğlu‘nun yazısını..
O’nun, çok değerli kitaplarıyla Aydınlanmaya ve özverili – nitelikli hizmetleriyle
ADD’ye paha biçilmez hizmetleri oldu uzuuun yıllardır.. Hala olabilir ve mutlaka olmalı..

ADD Bilim Danışma Kurulu Başkanı Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan‘ın paylaştığı yukarıda geçen
3 Kuran suresi hakkında Sn. Ercan yanıt yazarsa onu da sitemizde yayımlarız.

Ancak yaklaşık 2 haftadır bu 3 sureyi sitemizin manşetinde tuttuğumuz da izleyicilerimizin bilgisi içindedir.. Elbette beklenen bir “yarar” vardır bundan bize göre de.

ADD’nin hazin halleri konusunda Sn. Merdanoğlu’nun yazdıklarına biz de bütünüyle katılıyoruz.
Şimdiki başkan 6 yıldır “tek adam” mantığıyla ADD’yi güdükleştirmiş, bir yığın katıksız Kemalist ADD’den kopmuş, uzaklaş(tırıl)mıştır.. Biz de bunlardan biriyiz.. Bu sitede yayımlanan yazılarınızı okurlarımız biliyorlar.. Bunlara ADD web sitesinde, Dergisinde gerekçesiz olarak yer verilmiyor… Yazılı başvurularımız bile yanıtsız kalıyor hukukçu genel başkana!?

ADD hiçbir döneminde, son 6 yılda olduğu ölçüde güç yitirmedi ve kötü – dışlayıcı yönetilmedi!

Sevgi ve saygı ile.
28 Mayıs 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

CUMHURİYET "Muammer Aksoy ve Aydın Sorumluluğu…" Araştırmacı-Yazar, Hüsnü Merdanoğlu

Muammer Aksoy ve Aydın Sorumluluğu…

Hüsnü Merdanoğlu
31 Ocak 2014 Cuma
CUMHURİYET

Aydın insan, bilgi ve kültürüyle kendini kabul ettirmiş olarak toplumun bilinçdüzeyini artırmak için sorumluluk duyan ve bu yönde çaba gösteren kişidir. Türk Hukuk Kurumu Başkanlığı yapan ve ADD Kurucu Genel Başkanı Prof. Muammer Aksoy, Atatürkçü aydınlığı topluma yansıtma onuruyla, 31 Ocak 1990 günlü bir suikast sonucu yaşamını yitirmiştir.
Ulusal Kurtuluş Savaşımız, bağımsızlığımıza el koyan emperyalizme karşı yapılmıştır. Kuvayı Milliye mücadelesiyle kazanılan “Lozan” dahil tüm uluslararası antlaşmalarda Kemalist devrim, “tam bağımsızlığa” öncelikvermiştir. Muammer Aksoy, Kemalizm için vazgeçilmez olan tam bağımsızlık konusunu iyi anlayan bir aydın olarak görevini özenle yerine getirmiştir.
Türk devriminin öncüsü Atatürk, günümüzde de anlam ve güncelliğini koruyan tam bağımsızlığı şöyle tanımlar: “Tam bağımsızlık demek, elbette siyasa,ekonomi, adalet, askerlik, kültürel gibi her alanda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığındanyoksunluğu demektir.”
Kurtuluş mücadelesinin ilk yazılı belgelerinden olan Amasya Genelgesi’nde,“Yurdun bütünlüğü, ulusun bağımsızlığı tehlikededir” vurgusuna yer verilerekkurtuluş ve kuruluş sürecinin amacı işaret edilmiştir. Başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, kurtuluşumuzu gerçekleştiren, tüm Kuvayı Milliyeciler; “Kuvayı Millliyeyi âmil ve iradeyi Milliyeyi hâkim kılmak” formülünü kutsal bir parola olarak benimsemişlerdir.
Atatürk’ün öncülüğündeki Türkiye’nin, sömürülen uluslara örnek olması,emperyalist güçlerin huzurunu kaçırmıştır. Bu güçler, Atatürk’ün devlet yaşamına yansıttığı devrimin açıktan ya da örtülü düşmanlığını yıllardır yürütmektedirler.
Tam bağımsızlık kolay elde edilmemiştir. İç ayaklanmalar kışkırtılırken MustafaKemal Paşa ve yakın arkadaşları için ağır cezalar verilmiştir. İsmet Paşa: “Bizİzmir’e, Halife’nin idam fermanlarıyla girdik” der. Ayrıca her dönemde geçerli olan din istismarından yararlanılarak Kuvayı Milliyeciler, başarısızlığa uğratılmaya çalışılmıştır.
Muammer Aksoy, Atatürk’ün tam bağımsızlığa ne denli önem verdiğini, şu yerinde saptamayla açıklamıştır: “Kemal Atatürk, Ulusal Kurtuluş Savaşısırasındaki hemen bütün konuşmalarında, genelgelerinde, telgraflarında, bildirilerinde asıl amaç olarak, hep bağımsızlık kavramına yer vermiştir. Bütün bu konuşma ve yazışmaları okuyanlar, bir tek düşüncenin perçinleşmesi için ‘sanki bir demircinin, elindeki çekici, aynı noktaya yüzlerce kez, binlerce kez vuruşunu’ görür gibi olurlar. Çünkü Tam bağımsızlık, Atatürk’ün kurmak istediği Türkiye’nin baş ilkesidir.”
Toplumu etkileyecek düzeyde aydın olma görevini yerine getirenlerin, karşıtlarını rahatsız etmeleri doğaldır. Tarihte, toplumsal aydınlatma görevi üstlenmiş birçok aydının canına kıyılmıştır. Muammer Aksoy da bu aydınlardan biridir. Doğal olmayansa, toplumsal aydınlanmadan rahatsız olanlara teslim olmaktır. Ne mutlu, aydınlatma görevini yerine getirme onurunu taşıyanlara. Ne mutlu aydınların ışığından yararlanmasını bilenlere...